Felsefe, sürekli bir soru sorma, sorgulama, verilen cevapları akıl süzgecinden geçirme etkinliğidir. Böylece insanın, evreni, toplumu, çevresini ve hayatını anlama ve açıklamaya çalışır.

     İnsanlar, binlerce seneden beri, kendisi, canlılar ve evren hakkında bir şeyler bilmek için sorguladı, kuşku duydu, akıl yürüttü.  Bir kısım şeyler mitoslarla, efsanelerle açıklandı. İnançlar hayatında mühim bir yer tuttu, din ve gönderilen peygamberler rehber oldu. 

     İnsanlar düşüncelerini belirli kalıplara döktüler, böylece felsefe kurumsallaştı. Felsefeyle bilmek ve öğrenmek, yaratılmışların ve varlığın sırrını çözmek istediler. İnsanı var eden davranış ve değerleri yorumlayıp, sistemler oluşturdular.  Tüm bunları yaparken aklı ve zihni çalıştırdılar.

   “ Endülüs Devletinde 1332-1406 yıllarında yaşayan İbn Haldun, İslam medeniyetini, kalın bir çizgi ile doğu ve batı diye ikiye ayrıldığını, İslam Medeniyetinin on ikinci yüzyıldan itibaren batı bölgelerinde duraklamaya başladığını, doğu bölgelerinde ise gelişmenin devam etmekte olduğunu yazmaktadır. Batı denen ve harabeye dönmüş olan bu yerler Bağdat, Basra ve Küfe ’den batıya doğru giden Afrika’dan geçerek Endülüs’e uzanan bölgelerdir. Bu bölgelerde akıldan, felsefeden,  tecrübi ilimlerden söz edilemez. Buralarda ilim ve felsefe yapacak değil anlayacak kimse bulunmaz. Yapılmakta olan tek şey, Arap dili ve edebiyatı ile oyalanıp, eskilerin söylediklerini, ezberleyip tekrarlamaktan ibarettir.

    Aklın kullanıldığı, ilmi gelişmenin devam ettiği, doğu bölgesi ise, Buhara ve Semerkant Bölgeleridir. Batıda duraklamış olan İslam Medeniyeti doğuda Türk İllerinde gelişmesini sürdürüyordu.  Uluğ Bey(1394-1449) ve devri İslam Medeniyetinin gelişmeye devam ettiği yerleri, onu devam ettiren unsurları, sebeplerini ve bunun altında yatan zihniyeti bize gösteren iyi bir örnektir.  

    İslam dinini ilk muhatabı, ilk yayıcısı olan Araplar, bu görevlerini büyük bir heyecanla yaptılar. İslam dünyasındaki pek çok fikir ekolünün temeli bu devirde atıldı. Ancak ilim devamlı takip ve süreklilik istemektedir. Bu da büyük bir sabrı gerektiriyordu. Arapların buna tahammülü uzun sürmedi. Hadiseler devamlı hareket halinde olmasına rağmen zihniyet durgun ve durağan kaldı. Bu zihniyette bir kere ele alınan hadisenin tekrar ele alınması, bir defa verilen hükmün yeniden gözden geçirilmesi mümkün değildi.

    İşte İbn Haldun’un”  anlamıyorlar, ezberleyip, naklediyorlar” diye vasıflandırdığı zihniyetin yapısı buydu.

     İlim ve ilmi düşünce doğuda Uluğ Bey devrinde, Semerkant civarlarında ise gerçekleşmiş bulunuyordu. Yalnızca, Uluğ Bey Rasathanesinde çalışanların sayısı yüz civarındaydı.

     Yine İbn Haldun, Selahaddin Eyyubi devrinden itibaren Şam-Mısır bölgesine Türkler hâkim oldular, ilmin gelişmesini, ilmi zihniyetin ayakta kalmasını sağladılar, demekteydi. ”*

   Velhasıl ilme, düşünceye, fenne yönelmezsek, rehber olarak durgun düşünceyi benimsersek, akıbetinin ne olacağını zaman ve asırlar bariz bir şekilde işaret etmesin de bilmiştir.

*Fahrettin Olguner Kubbealtı Akademi Mecmuası 2001/1

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.