Kıraç Dere’de mevsim palamut ağaçlarının, pelitlerin, yemişlerin mevisimidir.

Kıraç Dere’de Lidyalılara kadar giden Havran-Avren yerleşim yerinin varlığını çok sonraları öğrendim.

Kıraç Dede bizim için bir kaçamak yeriydi. İlkokula gitmeden önce başlayan ve ilkokul yıllarımızda devam eden bazen top oynadığımız, saklambaç, birdirbir, yakan topu... bazen de deredeki su birikintilerinde yüzdüğümüz, hayvan otlattığımız, birkaç asırlık devasa palamut ağaçlarında sincap kovaladığımız yeşilin her tonuyla bizleri kendine çeken, sakin, dingin ve bir o kadar da kanımızın kaynadığı, bıyıklarımızın yeni terlemeye başladığı yıllardan kalan ve hiçbir zaman unutulmayacak hatıraların saklandığı yerdi.

Kıraç Dere’yi besleyen suyun kaynağı bir iki km. yukarıdadır. Eski kiremit oluklarından (Künk) gelen ve yar dediğimiz yüksek bir uçurumun arasından akan küçük bir pınar suyuydu. 60 cm. uzunluğunda 10-15 cm. çapında kiremitten yapılmış künkler vardı. Kıraç Dere’deki bizim tarla ile arası yakındı. Suyumuz bittiğinde komşumuz Emin Dayının tarlasından geçer ve suyun başına ulaşırdık. Su kendiliğinden pınar gibi akardı.

Daha kaç yıl geçti ki üzerinden. İlkokul, ortaokul yıllarımızda her zaman gittiğimiz, Hıdırellezi karşıladığımız, suyun çıktığı derenin başına kadar gidip kayadan gelen sudan içtiğimiz, hatta yüzüğümüz, patates közlediğimiz, eski ev kalıntılarının bulunduğu Süllü Agaların tarlasında kiremit kırıklarını renklerine göre ayırdığımız, hayvan otlattığımız Kıraç Dere mevsimi bu mevsimdir.

Kıraç Dere ile ilgili hatıralarımı sıraya koymaya çalışırken hangisinin daha önceye ait olduğunu tam çıkaramıyorum. Ancak Kıraç Dere’ye ait ilk hatıram Kıraç Dere’de öküzle sürülen ve ekin ekilen tarlamızdan ekin biçip, devasa meşe ağaçlarından uzun kavak dallarıyla palamut silktiğimiz hatıralardır. Belki böyle bir hatırayı da unutabilirdim. Ancak hatıralar ya çok güzel ya da çok kötü olayların zihinde kalması sonucu oluştuğu için Kıraç Dere’ye dair ilk hatıram çok da hoş olmayan bir hatıradır.

4-5 yaşlarında olmalıyım. Ekinler biçilmektedir. Belki de palamut toplamaya gidilmiştir. Ekinler biçilirken çocuklar da yardım ederler.. Ananat, orak, tırpan, tırmık, ip, öküzler için saman, su isteyenlere testiden tasla su götürme. Ve daha çok oyun. Sincap kovalama, oklu kirpiye taş atma. Tavşan yavrularını sevme, kuş yumurtalarının rengini öğrenme, keklik kovalama, çekirgelerden sakınma, leyleklerin galarından çıkardığı oyun sesini dinleme ve yan tarlada bulunan Lidya döneminden kalma kral ya da soylu lahit mezar taşları olduğunu sonraları öğreneceğim kocaman bir kayanın içine bulunan mezarın içine saklanıp kimsenin bulamayacağından emin bir şekilde dakikalarca orada kalma...

Hatıralarımın ilki sanırım 1970’li yıllara ait. Dünya derdi yok. Acıkma, susama yok. Dede, baba, ana ve kardeşlerin bir arada olduğu mutlu bir ailede güven içinde yaşayan çocuklar başka ne isteyebilir ki. Önümüzde Dombaylı, karşıda Demir Köprü Barajından gelen ve Gediz’e dökülen çayın masmavi suyunun davetkar sesi, şeftali, kayısı, nar, kavun, karpuz tarlaları, arkamızda Akviran, köyümüz. Yanımızda Kıraç Dere’nin sularını besleyen kolların bulunduğu az da olsa su akan dere.

Öküz arabasından inmek istiyorum. Ancak kendi başıma inemiyorum. Abimden yardım istiyorum. Dik bir yamacın yanındayız. Abim kollarını açıyor ve ben de sonsuz güven içinde araban abimin kucağına atlıyorum. Yaşım daha çok küçük. Ancak abimin kucağına atlar atlamaz abimle birlikte düşüp yuvarlanıyoruz. Bende bir çığlık. Gözyaşım boncuk boncuk akıyor. Anam seyirtiyor önce. “Sarı Naci’m ne oldu.?” Bağrına basıyor. Sanırım çocukluğumda biraz daha kumraldım. Ancak şimdilerde tam bir buğday tenli, değirmi yüzlü, elmacık kemikleri çıkık birisi olup çıktım! Anam beni böyle severdi. Şairin dediği gibi “Doktor istemem annem gelsin” der gibiyim. Bir an iyileşiyorum. Susuyorum. Ancak kolumdaki ağrı, acı durmuyor. Kolumu tutuyorum. Sol bileğimde dayanılmaz bir acı, ağrı. Abim kendini suçlu hissetmiş olmalı ki korkudan ortalıkta görünmüyor.

Alel acele köye dönüyoruz. Pişmiş soğan sarıyorlar koluma. Sol bileğimi oynatamıyorum. Ertesi gün Salihli’de şimdilerde Ziraat Bankasının yanında bulunan eski bir handa bulunan kırıkçı-çıkıkçı adı verilen yere gidiyoruz. Kolumu sert bir şeklide öne doğru çekip kemiğin yerine oturmasını sağlıyor. Kolum bir hafta, on gün sargıda, askıda kalıyor. Bu haldeyken top oynayamıyor, ağaca tırmanamıyor, kısacası yaramazlık yapamıyorum. Ancak bir yandan da bu durum işime de geliyor. Yemeklerimi bile anam yediriyor. Her istediğim karşılanıyor... Abim ne istersem yapıyor! Çocukluk işte...