Yaz ayının ortalarında başlayan ve kısa bir süre çiçek açan orman meyvelerinden birisi de böğürtendir. 

Temmuz ayının ortasından Ağustos aynın ortasına kadar yamaçlarda dikenli dallarıyla kendini korumaya çalışan böğürtlenlerin Karadeniz’de denize bakan ormanlık yamaçları, Bozdağları, Irmak kenarlarını, hayıt ağaçlarıyla arkadaş olmayı sevdiğini biliriz.

 Yaz aylarında birkaç haftalığına da olsa böğürtlenleri izlemek, tatlarını sunmasını görmek büyük bir mucize gibi gelir bana. İklimin serin esen rüzgârına, sabahın ormandan gelen sesini dinlemek, hayatın tüm renklerinin değişim ve dönüşümüne tanık olmak ayrı bir dünya ve tecrübedir inan için. 

Her gün olduğu gibi sabahın erken saatinde kalkıp ormanın içine doğru yürüyorum. Aslında sabaha karşı uykuya dalan birisi için uyuma zamanı tabiatın saatine bağlıdır. Zira börtü böcek, kuşlar, bahçedeki köpeklerin havlaması, horozların ötüşü, tavukların gıdaklaması, yağmur yağıyor duygusu veren serin çiğ tanelerinin ıhlamur ağacının yapraklarından balkona düşmesi… derin bir musikinin içinde uyanma zamanını tayin eden hayatın kalbinden ruhlarımıza uzanan canlardır.

Ormanın içine doğru yaptığım kısa mesafeli yürüyüşlerimi başka zamanlarda yaptığım kilometrelerce yürüyüşlerime değişemem. Şehrin orta yerinde gürültülü bir ruhun hâkim olduğu metropol parkları, bahçelerinde ne kadar yürüseniz ve hayatı dinlemeye çalışsanız da ruhunuzu dinlendirme ve tabiatla bütünleşme imkânı bulamazsınız.  Hâlbuki orman öyle değildir. Kendinizle, duygu ve düşüncelerinizle baş başasınızdır.  İçinden çıkamadığınız konuları yeniden gözden geçirme, insanlığınızı, hayatı, sevgi ve aşkı yeniden duyumsama yeridir. 

Ağaca atlayan bir sincabın sizi ürpertmesi, irkilme duygunuz, bir kelebeğin renk cümbüşüyle Yaradan’ın mucizelerine şahit olmanız ya da çiğ düşmüş yaprakların üzerindeki suları alıp ellerinizi yüzlerinize sürerek doyumsuz canlılığın bütün vücudunuzu dinginleştirdiğini, yeni bir hayata yelken açmak için gençlik iksiriyle kuşanmış gibi olursunuz.

Bu yüzden derim ki yol yakınken şehirden uzak, stres ve kaosun girmediği alanlarımızı ormanlara, parklara ve insanların kendileriyle, ruh derinlikleriyle buluşabileceği yaşam alanlarına dönüştürelim.

Yapraklarda biriken çiğ taneleriyle hayat bulan ormanın içinde, patika yolun kenarlarında çoğumuzun dönüp de bakmayacağı, hatta kendilerine zarar verir düşüncesiyle uzak duracağı böğürtlenler karşılar beni. Kara, mor, yeşil ve parlak… Kara üzüm salkımları ya da karadut taneleri gibi albenili duruyorlar. 

Tabiatta aç kalınmaz diye bir anlayış vardır. Doğayı okumasını ve tabiatın nimetlerini bilenler için bu söz hala gerçekliğini koruyor. 13-14 yaşlarımda yaz kış demeden koyunların peşinde dağ bayır koşturduğum çobanlık yıllarım aklıma geliyor. Heybemizdeki azığı kısa zamanda bitirir ve tabiatta bulduğumuz otlar, meyve ve sebzelerle karnımı doyururdum. Bazen de sahibinin kim olduğunu bilmediğim elma, armut, nar, ayva, kavun, karpuz ve domates tarlalarını kolaçan ederdik. “Göz hakkıdır haram olmaz. Nefsimizi köreltinceye kadar yiyebiliriz” diye de kendimize göre izinler çıkarırdık!

Aradan onca yıl geçmiş olmasına rağmen ilk gençlik yıllarımda edindiğim tabiatın dilini, sesini, mesajını unutmamış olmam mümkün değil. 

İnsanı ne kadar tabiattan koparırsanız insan o kadar kendinden uzaklaşmaktadır. İnsanlık bunu yaşadı ve gördü. Tabiatı yok ederek, kuraklıkla, iklim değişikliğiyle… Çarpık kentleşmeyle…Her türlü vasıtalarla gördük ve görüp yaşamaya devam ediyoruz. 

Tek ya da iki katlı bahçeli, ağaçlı evlerde yaşayan insanla gökdelenlerin insan beynini, benliğini deldiği yüksek katlarında ağaçtan, oksijenden, insanlıktan ve ruhi derinliklerine bigâne yaşayan insan arasında derin uçurumlar ve ruhi farklılıkların olması kaçınılmazdır…

Dedim ya böğürtlenler bir ömürdür. Ormanın bize sunduğu bulunmaz mucizelerden birisidir. Albenili bakışlarına dayanamayıp toplamaya başlıyorum. 

Bu renk cümbüşü ve sabah serinliğinin huzurunu elime alıp hissetmem bile benim için doyumsuz bir keyif. Böğürtlenlerle dakikalarca vakit geçiriyorum. 

Her zaman dediğim gibi bizim gibilerin kalabalıklardan uzak kendilerini, iç seslerini dinleyebilecekleri tabiattın ortasında mekanlara ihtiyacı var. Aksi halde üretmek, çoğalmak ve nefes almak her geçen gün daha da zorlaşıyor.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.