İnanılır gibi değil. İnsanlar böyle korkunç olabilir mi? Tarihte okurduk da gözümde tam canlandıramazmışım …Yıkım böyle olurmuş demek ki…Yıl 1955 Eylül’ün 6 sı…Dünya’yı sarsan gün… 6 Eylül 1955’i yaşamayanlar asla gözlerinde bu olayı canlandıramaz…Ne kadar korkunç olduğu anlaşılamaz…Felaket ve afet filmlerindeki abartı sanılan olayları izlemiş gibi olurdunuz…Onlar filmdir…Rahat koltuğunuz da izliyor, mısır patlağını dişlerken olanlara “fantezi” deyip geçiyorsunuz. 6-7 Eylül olayları film değildi…İstanbul yakıp yıkılıyordu…Yakıp yıkanların arasında facianın tam göbeğindeydim…Hava iyi olduğu için ince montumun kollarını sıvamıştım..Bir ara baktım kollarım kan içinde. Kıpkırmızı boya sürülmüş gibi…Elimi attım…Balyoz darbeleriyle kırılan vitrin camlarının minik parçaları kollarıma saplanmış. Yaşananların heyecanından hiç acı hissetmemiştim…Temizlemeye çalıştım sözde….Cengiz Han’ın orduları gibi yaka yıka ilerleyenlerle birlikte Galatasaray’a gelmişiz, geçmişiz…Ardımızda paha biçilmez eşyaların üst üste yığılmasıyla oluşan bir metre yüksekliğindeki yol Tünel’e doğru uzanarak gidiyordu…Döşemelik, giyimlik kumaşlar, yünlüler,ipekliler, fotoğraf makineleri, daktilolar, kürkler, gümüşler, krıstaller, porselenler ve ipek çoraplar,ithal ayakkabılar, İngiliz kupon kumaşları, İtalyan fötr şaklalar ve gömlekler, kravatlar birbirine karışmıştı…Yıkıcılardan bazıları deli gibi ayakkabılara saldırıyor, elindeki tek pabucun tekini bulamayınca ana avrat küfrediyordu…Kime acaba? Bazıları çarıklarını atıyor yerine biri kahverengi diğeri siyah yeni ayakkabılarını giyiyordu… Rengi tutmasa da olur, numara tutsun, ayağa uysun yeter…O dededen toruna kalan bin yamalı pantolonların altındaki lüks İngiliz veya İtalyan ayakkabılar kara mizah mıydı, traji-komik mi? ….Başlangıçtaki hırsızlar  ise Galatasaray veya Tarlabaşı’na inen yokuşlara dalıp kaybolmuşlardı…Biraz daha yürüdüm…Tramvaylar sokaklara dökülen eşyaların arasına sıkışmış kalmıştı…Lüks eşya denizinin ortasında karaya oturmuş batık gemilere benziyorlardı…Ve tekrarlıyorum. O ne güçtür yarabbim..? Galatasaray’daki şimdiki Mısırlı mağazasının ithal buzdolabı satan bir iş dükkanı vardı…Dükkanın camlarını kıran bir kahraman, üst kata çıkmış koca buzdolabını kucaklamıştı…Aşağıdakilere bağırdı…”-Savulun lan ölen  kalan olmasın ha!”  Diyerek koca buzdolabını aşağıya attı…Alttan alkışlar, “Heyytt aslanım be…”O yıllar Türkiye de beyaz eşya üretimi yoktu…Bu nedenle buzdolabı sahibi olmak da süper ayrıcalıktı.. Buzdolapları misafir odasının ortasına konurdu…Buzdolabına “Frigidaire “ denirdi…Türkiye’ye ilk giren markanın “Frigidaıre” olduğundan dolayı “Dolap” denmezdi…çünkü yiyecekler o güne kadar kapakları sinek teli ile örtülü tahta dolaplarda korunurdu…Onlara “tel dolabı” denirdi…Buzdolabı almanın yüksek ayrıcalığı fark edilsin diye dolap sözcüğü kullanmak akla gelmezdi…İlla de frijiter…Galatasaray Lisesinin karşısındaki ve yanındaki dükkanlar sağlam kalanlar yok gibi…Balıkpazarı baştan sona harap edilmiş…Biraz daha ilerledik…Soldaki Japon oyuncak mağazası artık içler acısı bir mağara olmuştu…Bebekler, otomobiller ezik büzük, kaldırımlarda veya yağmacıların torbalarındaydı…Üstüne basılmış oyuncak bebeklerin cam gözü pırtlamış ezik suratları insanı kötü ediyor…Beyoğlu Ağa camii karşısındaki Arsenal, ithal giyim eşyası satan çok seçkin bir dükkandı…Birkaç kişinin Arsenal’ın vitrinini kırdığını gördüm…Güzelim İtalyan kravatları jiletle kesiyorlardı…Biri de enine mavi beyaz şeritli denizci tipi İngiliz tişörtü jiletle doğramaktaydı..İnanmazsanız iki gün önce Arsenal’dan aynı tişörtü almiştım..Arsenal’in yanındaki Atlantik Birahanesi ve sandviççisi vardı..Her hafta Beyoğlu’na çıkar  ve mutlaka Atlantik’e uğrardık…Ne severdik orayı…Balyozlar Atlantik’e inmeye başladı…Kocaman bir yerdi..Cam çerçeve, balyozu yedikçe bomba gibi patlıyordu…O ses kırıp dökme şehvetini kışkırtmaktaydı…Az sonra Atlantik kalesi de düştü…İçeriye dalanlar tezgahlarda duran sandviçlere ve bira fıçılarına saldırdılar…Baltayla parçalanan fıçılardan petrol gibi bira fışkırıyordu…Kimi ağzını fışkıran biraya tutuyor…Daha kibarlar (?) bardak kullanmaya çalışıyordu…Sandviçleri ağızlarına büyük bir şehvetle tıkayanların tadını bir uyanık kaçırdı…Çıktığı bir bira fıçısının üzerinden Hitler’in Nürnberg nutkundaki gibi kararlı bir lider tavrıyla bağırdı…”-Yemeyin arkadaşlar bu dükkandaki er şeyi Rum sahibi zehirlemiş..” Kimisi,  “-nerden biliyorsun be, bir şey olmaz” diyerek ağzındakileri yutarken, bazıları tükürdü…Yine zehirli olabilir kuşkusuyla içlerine sine sine yiyip içememenin hırsıyla Atlantik’i, iyice harabeye çevirdiler…Taksime doğru  köşe başında ki kuyumcu Franguli tabelası yağmacıları birden çılgına çevirdi…(Hacı Baba Lokantası altındaydı) Bir saldırdılar, kapı kale.Bir daha: yerle bir…Bizde kapıdan bakıyoruz milyonlarca liralık mücevherleri  alıp götürecekler, polis nerde diye …Ama olmadı, Franguli’yı  birileri uyandırmış, ne kadar mücevher varsa erkenden toplamış dükkanı kapayıp gitmiş…O gecenin kazançlısı galiba Franguli idi…

Faydalanılan eser….İstanbul aşk ekmek hayal…Tevfik Yener…Inkılap yayınları   2010…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.