İki Gazze muharebesindeki mağlûbiyetten sonra İngiliz ordu kumandanı görevden alınır. Cepheye yeni kumandan gelir. Onun verdiği rapor çok dikkat çekicidir. Türkler eşit şartlarda mağlûp edilemez, der. Asker ve teçhîzat silâh artışı ister. Hâlbuki zâten onlar her durumda sayı üstünlüklerini elinde bulundurmaktadırlar.
Yapılan takviyelerle tekrar hücûma geçerler. Bu sefer başarılı olurlar, Türk ordusu yenilir ve Kudüs’ün alınmasının önünde artık bir engel kalmamıştır. Zaten umûmî taarruzda Bağdat da düşmüştür. Daha sonra Nablus fâciasıyla Suriye Cephesi de çöker. İşgal edilen Bağdat’ın kurtarılması için takviyeler yapılmış fakat Filistin Cephesi ihmal edilmiş, alınan bu mağlubiyetlerle Osmanlı-Türk Devletinin, Cihan Savaşında yenilmesi tamamlanmıştır
Bu savaşlarda ilk defa tank kullanılmıştır. Uçaklar önemli vazîfeler görür. Türk ordusu da müttefiki Almanların desteğiyle sâhip olduğu uçakları kullanır.
İngilizler bu savaşlarda zehirli gaz mermisi kullanırlar.
Dört sene boyunca bu topraklar 50–60 derece sıcaklıkta, her türlü yokluk, susuzluk içinde üstün düşman kuvvetleri ve iç isyanlara rağmen, her toprak parçası karış karış müdâfaa edilerek şerefli ve kahramanca bir mağlûbiyetle terk edilmiştir.
Aradan çok seneler geçtikten sonra dostumuzu, düşmanımızı, târihimizi tanımadan, bilmeden, hüküm vermek, Müslüman kardeşine ağlamakla olmaz. Güçlü olduğumuz zamanlarda adâlet ve nizam sevdasıyla gittiğimiz yerler, güçsüz olduğumuz zamanlarda başımıza çok gāileler açmıştır. Anadolu’nun aziz evlâtları, temiz kanlarını îman ve vatan için akıtmışlardır. Yapılan hizmetlerin karşılığı çoğunlukla nankörlük ve ihânet olmuştur.
Çöl bedevilerinin altın ve kıymetli taştan başka dinleri ve Türk evlatlarına yapılan vahşetin sonu yoktur.
Eşit şartlarda bizimle baş edemeyeceklerini bilen düşmana uyup, ayrılıkları, , farklı olmayı mârifet bildik, ayrılıkçı hainlere aldandık, îmâna taassubu ekledik, hoşgörüden uzak kaldık, kültürümüzü ve bizi biz yapan Türkçemizi inkâr ettik, kendimizden utandık, yabancı değerlere hayran olduk.
On dokuzuncu yüzyıldan îtibâren yalnızca Türk’ün hâkim olduğu yerleri kaybetmekle kalmayıp, nakış nakış işlediğimiz bir medeniyet yarattığımız öz be öz bizim olan Balkanları, Halep’i, Musul’u, Kerkük’ü, Kafkasya’ nın, İran’ın bir kısmını kaybettik. Türk olduğu için zulme uğrayanların sesini duymadık, onlara sâhip çıkamadık.
Kaybettiklerimiz yalnız toprak parçası olmakla kalmadı, kendimize âit düşüncelerimizi de kaybettik. Vatanla îman aşkının bir olduğunu, îmânın sevgiyle, ilimle, kültürle, adâletle, üretmekle, paylaşmakla bir olduğunu unutarak kaybettik.
Aynı topraklarda yaşayan, Hristiyan Arap kadınla, Yahudi’nin, Kürt’ ün, Şii’nin, vatanım dediği kutsi mefhumu kaybettik.
Mehmedimizi, Ahmedimizi kaybettik…
“İstasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene: - Benim Ahmed'i gördünüz mü? Diyor.
Hangi Ahmed'i? Yüz bin Ahmed'in hangisini? Yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor:
- Bu tarafa gitmişti, diyor.
O tarafa? Aden'e mi, Medine'ye mi, Kanal'a mı, Sarıkamış'a mı, Bağdat'a mı? Ahmed'ini buz mu, kum mu, su mu, mermi mi, skorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi? Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed'ini görsen, ona da soracaksın:
- Ahmed'imi gördün mü? ”