MÛSİKÎ’DE TASAVVUF VE REBAB

“Cemil Altınbilek’ ile mûsikî üzerine bir mülâkat”

Hoca Câhit Gözkân’ın dini-tasavvufi bir yönü biliniyor, bu konudaki izlenimleriniz anlatır mısınız?

     Kültürümüzde mûsikî ile din ve tasavvuf iç içe geçmiş mefhumlardır. Hatta çok zaman birlikte mütalaa edilir. Tabi ki Cahit Hoca’nın yetişmesinde ve hayatında tasavvufun çok büyük önemi vardır. Bu konuda hocam Câhit Gözkan’dan duyduğum ve daha önce not ettiğim, hatıralardan biraz bahsedeyim;

     Cahit Hoca’nın dinî mûsikîye ünsiyetinde aynı zamanda kayınbiraderi ve iş orağı olan, cam ticaretiyle meşgul oldukları için camcı lakabıyla da tanınan, “Ey Allah’ım beni senden ayırma” mısraı ile başlayan segâh ilahînin bestekârı Hulûsi Gökmenli Bey ile can dostluklarının tesiri büyüktür. Nazarî mûsikî bilgisi ileri derecede olmamasına rağmen tabiî bir istidat ve zengin kulak dolgunluğu ile gazel-kasîde nev’indeki serbest eser icrasında zamanın önemli hâfızları içinde yer almış Hulûsi Bey’le Câhit Hoca’nın saz ile söz atışmalı icrâları senelerce aktarılacak mûsikî hatıratı içinde yer almıştır.

     Yine bu iki gönüldaş kafa kafaya verip kâh Nat’ Mevlâna’yı aslına en yakın hâliyle tespit etmek için semt, semt İstanbul’un eski mevlevîlerini arayıp, bulduklarını kaydetmişler, kâh memleketin bütün vilâyetlerini gezerek kendisi de âdeta bir evliyâ sâfiyetinde olan Hulusi Bey’in iz sürmesiyle gelmiş-geçmiş evliyâ makamlarını ziyâret etmişler, bazen durup Kütahya’da havuz başında Neyzen Ahmet Yakupoğlu Bey’in demlerini dinlemişler, bazen de Hoca’nın yanından eksik etmediği seyahat uduyla sabaha karşı öten bülbüllerle halleşmişlerdir.

     Bu iki yol dostuna böylesine bir enerji ve coşkuyu yükleyen kaynakların başında sohbet ve muhabbet halkasına dâhil oldukları zamanın Nakşî Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi ile bilâhare onun dünyadaki yerini dolduran Fatih Medreseleri Müderrislerinden Mahmut Efendi’yi anmadan edemeyiz.

     Câhit Hoca’nın, hocası Hâfız Ahmet Mükerrem Akıncı’nın evinde yapılan mûtat fasıllardan önce veya hemen sonra ezberinde olan fasılları huzurunda hem çalıp hem okuduğu, Müderris Mahmut Efendi “yaktın beni evlâdım” diyerek ceketini çıkarır, hürmet ettiği büyüğünün böyle mest olduğunu gören Hoca, aşkının, şevkinin, nasıl artığını hususî meşklerimizde usulca, yalnız birkaç talebesine anlatırdı.

    Ömrü boyunca yaşadığı Nakşî neşvesi; Hoca’yı aynı zamanda, şiir, edebiyat ve tasavvuf zengini nüktedan bir hatip ve bir hoşgörü âbidesi hâline getirdiği gibi, 1950’yi izleyen yıllarda Konya’da başlayan Mevlevî ihtifallerinde Saadettin Heper, Halil Can, Halil Dikmen, Niyâzî Sayın, Hopçu Şâkir Güler, Kâni Karaca ve Hulûsi Gökmenli ile birlikte Mevlevî âyinlerinin müzisyen bir heyet tarafından geçilip hazırlanmasında öncü ve öğretici olmasına ve Semâ merasimlerinin açılış taksimlerini Rebap ile yapan baş sâzendeleri arasında yer almasına mâni olmamış, bilakis müzisyen olarak Semâ gösterileri ve Mevlevî âyinlerinin yeniden icrâsında hizmeti olmaktan duyduğu hazzı her fırsatta ifade etmiştir.

Cahit Gözkân’ın 20.yy’daki en önemli Rebâbilerden olduğunu biliyoruz. Rebâb hakkındaki beyanları nedir?

Yine hocam Câhit Gözkân’ın Rebâb hakkındaki ifadeleri ve bazı mülakat notlarından derlediğim notlarımdan bahsetmek isterim;

     “Klasik mûsikîmize vukufu ve ud icrasındaki ustalığıyla maruf olan Hoca, unutulmak üzere olan Rebâb sazını icra ve ihya etmesi yanında, klasik kemençe, keman ve tambur sazlarını da ileri derecede icra ederdi. Rebâb sazında talebeleri Nezih Uzel, Şeref Aydemir ve Dinçer Dalkılıç olup, Dinçer Dalkılıç’a da Rebâb sazının yeniden îmâli ve icrası ile ilgili kritik çalışmaları olmuştur.”

     Hocam Cahit Gözkan, Rebâb Sazını ait olduğu yerde, Mevlevî âyinlerinin icrası içinde ve Konya’da 1956-1966 yıllarında yeniden ihya edilen Mevlâna ihtifallerinde ve de bu merasimlerin açılış taksimlerinde kullanmıştır.

Bir mülakat çerçevesinde ve şifahi sohbet ortamında, Hoca Câhit Gözkan’ın Rebâb Sazı hakkındaki ifadeleri hiçbir yoruma hacet bırakmadan, Rebâbın serencamını şöyle anlatıyor;

“Tanburi Cemil Bey’den sonra merhum Kemani Faik Mis Bey de Rebâb çalardı. Kendisini 1930’lar da dinlemiş ve bir de Rebâb almıştım.

     Türk mûsikîsi, ehli aşk olan eslafın himmetleriyle haddi kemâle gelmiş olduğundan lâyemut (ölümsüz-ebedi) olduğuna inanıyorum. Aşk esbabı hilkatten olduğuna göre aşka müteallik hususatın baki kalması tabiîdir. Rebâb; bir cihetten de güzel sanatlar akademisi olduğu muhakkak olan Mevlevî dergâhına girmiş, o dergâhta hayatiyetini muhafaza ederek bizlere kadar gelmiştir. Sultan Veled Hz.’nin “Bişnevidez nâle-i banki Rebâb” buna delildir. Ancak saha ve imkânsızlıklar onu bugün konuşamaz hale getirmiştir.

Herhangi bir alet-i mûsikîde icrakârlık iki şıktan hâli değildir. Birinci mertebede Saz, icrakâra hükmeder. Bu mertebeden sonra, ikinci mertebede, icrakâr sazına hükmetmeğe başlar ki, artık muvaffakiyet yolu açılmış denektir.

     Rebâb’ta hemen, hemen birinci şık devam eder. Rebâb icrakâra karşı daima ağırını koyar. Yani, icrakârın tasarrufuna girmez. Bu mübarek sazın sazende ile ülfeti, sazendenin kendi şartlarına uyması ile kabil olur. Bu da Rebâbın ağır, manevî tavır ve nağme ahengine intibak edebilmek zevk ve kabiliyetini gösterebilmesine bağlıdır. Rebâb bünye ve manasına uygun olan; ayini şerifler, ilâhiler, beste ve semailerdir. Hülâsa, Rebâb mecazdan ziyade hakikati terennüm eden bir saz olduğundan ehli aşkın elinde dile gelir ve aynı şartları haiz muhatap arar. Bu sebeplerdir ki Mevlevî dergâhı şeriflerinde icra edilerek Uşşâk’a hitap etmiş ve dergâh canların mahremi olmuştur.

    Pek güzel ney üfleyen ve keman başta olmak üzere birçok sazları maharetle imal edebilen Mühendis Dinçer Dalkılıç Bey benden Rebâb ölçüsünü alarak birkaç Rebâb imal etmiş, Kütahya’da bulunduğu esnada Ressam ve Neyzen Ahmet (Yakupoğlu) Çalışel Bey’in talebelerine vererek Rebâb ile meşgul olmalarını teşvik etmiştir.

     Muhakkak olan; Rebâb bir müptedi sazı değildir. Perdesiz ve bir tel üzerinde icrâ edilişi oldukça mûsikî bilmeyi, sesleri iyice tanıyacak hale geldikten sonra Rebâb çalmaya teşebbüsü zaruri kılmaktadır. Rebâbın geleceği yukarıda bahsi geçen zevatın iştigali sebebiyle sembolik olarak devam ve intikal edebilirse de sahasını kaybettiğinden pek ümit verici olmayıp, tarihe intikal etmesi de ihtimal dahilindedir. Ancak bir “Mevlânâ Akademisi” tesis edilir ve bunun zımnında da evvelce olduğu gibi usûlü veçhile ayinlerin icrası ve bu mefhum içinde yetişecek Rebâbzenlerle inkişâfı mümkündür.”

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.