Memleketin ve İnsanımızın hürriyetini, Batı Dünyasıyla çarpışarak ve kanımızla ödedik ve Cumhuriyeti kurduk. Cumhuriyetin ilk yıllarında çok partili idareyi denediysek de başarılı olamadık. Fakat milli duruşumuzu kaybetmedik.

    Yine Batının teşviki ve desteğiyle çok partili hayata geçtik. 1950’li yıllarda, Marshall Yardımları ve kredilerle ve bunun yanında insan hürriyetine ve insana verilen değerle birlikte belirli bir refah ve iyileşme söz konusu oldu. Fakat borçlanmanın yükü, yeterli üretimi sağlamaması ve yönetimin son zamanlarında baskıcı uygulamaları sonra da dış kaynaklı darbeyle parlamenter sistem sona erdi.

      Bundan sonraki yıllar yeniden istikrar arayışları, yetmişli yıllara kadar devam etti. Yeniden kısmi bir darbenin ardından, Batı ve Rusya güdümlü iç savaş senaryoları ve seksen darbesi geldi.

   Seksen darbesinden sonra Türkiye, yönünü iyice batıya çevirdi. Sanayi ve teknolojinin önü açıldı. Yaşayış ve düşünce değişime uğradı. Çeşitli ilerleme ve hamleler yapıldıysa da,  batı dünyasının, iktisadi ve siyasi ağırlığı ve güdümü kuvvetli biçimde devam etti.

  İki binli yıllar bambaşka bir görünüşle, halktan ve onun değerlerini-inancını öne alarak başladı, on yıllardan sonra bu görünüm farklı bir kulvarda farklı bir yol çizdi, her ne kadar aynı değerler korunuyor gibiyse de suni-sentetik adacıklar yakınlarla oluşturuldu ve benimsenmiş normlar değiştirildi, değişim adına yeni değerler sistemi re’sen yapılandırılmaya çalışıldı. 

   Siyaset kurumlarımız ne kadar bize ait ve yapılanması ne kadar sağlıklı? Farklılık gözetmeden, bütün insanımızın refahını ve hürriyetini, birliğini sağlayacak, devlet adamı yetiştirecek, kurumsal kültürü-devlet politikasını koruyacak, samimi uzun vadeli planlar-prensipler mevcut mu, oluşturulabilir mi?    

    Siyaset, milli duruşumuzu ve menfaatlerimizi koruyarak, belirsiz gibi görünen bir taraftan! içten veya dıştan gelen dış müdahalelere ne kadar dayanıklı? Bekamız için bu soruları devamlı sormak ve çözüm aramak mecburiyetindeyiz…