Günlük hayatta herhangi bir konuda görüş ve fikir beyan ederken söze; “bana göre”, “bence”, “zannımca”, “Ben, bunu severim.”, “Ben, şunu sevmem.” “Bana göre bu iyidir.”, Bana göre şu kötüdür.” gibi öznellik anlamı taşıyan ifadelerle başlanmamalıdır. Bu ifadeler kullanılırken kast-ı mahsus olmasa da çoğu zaman bu ifadelerle had aşılır; çünkü fikirlerin serdedildiği konunun nesnel gerçekliğe dayanan ilim, bilim sahasına mı; naslara dayanan din sahasına mı; meşru ve helal dairesindeki tercihlere mi girdiği düşünülmeden yapılır bu. Bu durum da kelimenin tam manasıyla haddi aşmaktır.
   İlim ve bilimde öznellik olamayacağına göre bu konulara öznel ifadelerle yaklaşmanın geçersizliği ortadadır. Dini konulara gelince; Allah katında tek ve hak din olan İslam’ın naslara dayanan bir din olduğu asla akıldan çıkarılmamalıdır. Allah, kâinatın merkezine insanı koyduğu gibi insandan da hayatın merkezine kendisini (Allah’ı) koymasını istemiştir. Allah’a göre hayatın her anı, hayat kitabı olan Kuran-ı Kerim ahkâmına ve yaşayan Kuran’ın-ı Kerim olan Rasülüllah’ın hayatına göre şekillendirilmelidir. Allah’ın istediği bu hayat tarzı da akıl baliğ anından ölünceye kadar olan zamanın tamamını kesintisiz olarak kapsamalıdır. Bu pencereden bakıldığında Allah’ın insana lütfettiği meşru ve helal dairesindeki tercihler dışında, asla “bana göre” diye başlayan yorumlar yapılamaz. Hayatta karşılaşılan sorunların çözümünde ve hayat yolculuğunda “bana göre” diyerek değil; Allah’a, Kuran-ı Kerim’e ve Rasülüllah’a göre diyerek ilerlemeli ve ömür tamamlanmalıdır. Bu yolculukta hayata dair her türlü yorum, “bana göre” yerine naslara göre (ayet, hadis-sünnet, icma, kıyas) yapılmalıdır. Şayet yeni ortaya çıkmış bir durum söz konusuysa ve de naslarda bu hususta bir açıklık bulunamamışsa bu takdirde sahip olunan yetkinlik nispetinde had aşılmadan yorum tercihi ve hakkı olduğu bilinmelidir. Meşru ve helal dairesindeki yorum ve tercih hakkı her zaman vardır ve bu değerlendirmenin dışındadır. Çağlar içersinde ortaya çıkacak sorunların çözümü için de kıyamete kadar müçtehitlere naslar çerçevesinde içtihat kapısının açık olduğu unutulmamalıdır.
   Bu değerlendirmeler ışığında Allah’ın sevdiklerini ve sevmediklerini, hayatın merkezine Allah’ı koyması istenen insanın da sevmek ve sevmemek mükellefiyetinde olduğu bir demet vahyi sunuyorum.
   “Hayır! (Gerçek, onların dediği değil!) Kim sözünü yerine getirir Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Şüphesiz ALLAH DA SAKINANLARI (KULLUK BİLİNCİNDE OLUP KENDİNİ KORUYANLARI) SEVER.” (Al-i İmran/76)
   “Ancak Allah’a ortak koşanlardan kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz, sonra da antlaşmalarında size karşı hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinize hiç kimseye yardım etmemiş olanlar; bu hükmün dışındadır. Onların antlaşmalarını, süreleri bitinceye kadar tamamlayın. ALLAH, KENDİNE KARŞI GELMEKTEN (HAKSIZLIKTAN) SAKINANLARI SEVER.” (Tevbe/4)
“O takva sahipleri ki bollukta ve darlıkta Allah’ın tavsiye ettiği şekilde harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. ALLAH İYİLİK EDENLERİ (GÜZEL DAVRANIŞTA BULUNANLARI) SEVER.” (Al-i İmran/134) 
   “Allah yolunda harcayın. (Harcayabilmek için üretimi artırın.) Kendinizi (kültürel, siyasi, iktisadi, askeri pasiflikle) tehlikeye atmayın. İyilik edin. ALLAH İYİLİK EDENLERİ SEVER. (Bakara/195)
   “İşte, verdikleri sözleri bozmaları sebebiyledir ki onları lanetledik (azarladık, rahmetin dışına çıkardık), kalplerini de huzursuz kıldık. Kelimeleri yerlerinden kaydırarak (tahrif edip) değiştiriyorlardı. Akıllarından çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını da unuttular. (Ey Muhammed!) İçlerinden pek azı hariç onların bir hainliğini (sözleşmelere uymadığını) görüyorsun. Yine de sen onları affet ve aldırış etme; çünkü ALLAH İYİLİK YAPANLARI SEVER.” (Maide/13)
Eyvallah!