Manisa’nın Ulucami Mahallesi’nden Hoca Ali Efendi oğlu Necmettin DENİZCİ, Manisa’nın Yunanlılar tarafından işgali ve yangın günlerine ait hatıralarını, 05.01. 1973 tarihli bir metinle Dr. Nihat YÖRÜKOĞLU’na göndermiştir. Bu hatıralar Nuri YÖRÜKOĞLU’nun “ Manisa Yangını” adlı eserinde yayınlanmıştır. Mektubun orijinali Dr. Nihat YÖRÜKOĞLU’nun arşivinde mevcuttur.

       “ Size ne bir roman vene de hikaye yazacak değilim. Sadece Manisa gibi büyük bir şehrin daha ziyade Osmanlı Hükümdarları ile şehzadelerin ömür sürüp tükettiği tatlı ve acı hatıraları bulunan ve daha evvel de Selçuk Beylerinin hüküm sürdüğü Manisa’nın Yunanlılar tarafından yakılışını daha doğrusu güya medeniyete ışık tutmuş efsanevi Yunan Medeniyeti diye öğünen barbar Yunanlılar’ın, yerli Rumlar’ın ve Ermeniler’in de yardımı ile işgal ettikleri bu topraklardan kaçarken kaçmayan azgınların Rum, Ermeni sivil ve askerleri Manisa’yı yakma planları hazırlamışlardır. 

       Niçin yakılacaktı bu güzel şehir? O canım çarşı, Altın Pazarı, Şekerciler içi, Kavafhane, Kapalı Çarşı, Balık Pazarı, Saraçhane Çarşısı, sayısız hanlar ve bilhassa bugün hayal olan ve ancak o zamanları yaşamış bunları hatırlayabilecekleri Yörükoğlu Hafız Mustafa’nın, cambazların oynadığı, pehlivanların güreştiği, hanı, un fabrikaları, Karaköy ve Yeni Cami çarşıları ile tabakhaneler, konaklar, Altı Lambalı dedikleri ve şehrin en güzel binaları ile Hükümet ve Belediye ile bu koca şehirde barınan küçük, büyük ayırt edilmeden insafsızca ve gaddarca yakılacaktı. Bunun en başlıca sebebi ise: 30 Ağustos 1338’de (1922) Ordumuzun kazandığı büyük zaferdi. Muzaffer Türk Ordularının karşısında tutunma imkanı kalmadığını anlayınca terk ettikleri şehirleri yakarak intikam almak heveslerini yenememişlerdi.

       4 Eylül 1338 (1922)  Pazartesi:

       Yunan ordusunun Afyon Meydan savaşını kaybettiği ve bozguna uğradığı açıktan açığa söylenmeye başlanmış ve tren katarları dolu yaralı asker ve sivil halkı taşıdığından da belli olmaktaydı. Manisa’nın yakılacağı da fısıltı halinde duyulmakta idi. Biz de Çakal Azmağı mevkiinde olan bağımızdayız. Ve üzüm sergileriyle meşgulüz. Ağabeyim zafer havadisini şehirden getirdi. Hemen şehre taşınmamızı ve barınmak için de şehrin dayandığı Sipil Dağının icabında işimize yarayacağını, vakit geçirmeden her şeyi olduğu gibi bırakmamızı söyler söylemez hemen 5-10 dakika içinde Manisa’ya at arabası ile ailece yollandık.

       Babam arkada kaldı, ben de hayvana binip geliyorum dedi. Sonradan öğrendik ki beş dakika gecikmesi Manisa’ya gelmesini önlemiştir. Biz şehre giriş yolundaki büyük Gediz Köprüsünden geçer geçmez Yunanlılar tarafından tutulmuş ve geçme teşebbüsünde bulunanlar da kurşunla öldürülmeye başlanmıştır. Biz ise hiçbir müşkülata maruz kalmadan evimize gelebildik. Evimize geldiğimiz zaman saat 12 idi ve şehirde fevkalade bir hal vardı. Rum ve Ermeniler arasında panik devam ediyorken biz de sevinçle birlikte endişe içinde bulunuyorduk. Zira şehir yakılacak ve yanarken de şehri terk etmek isteyenler de öldürülecek sözleri herkesin ağzında idi. Saat 15-16 sıralarında Ulu Cami Mahallesi Manisa’nın en yüksek tarafında olduğundan aşağı mahaller halkı Yahudiler de dahil olmak üzere evlerini terk ederek camiye ve tanıdıklarının yanına adeta akın ediyorlardı.  

       Gece saat 22-23 sıralarında sanki şehir boşalmış kimse kalmamış gibi sessiz ve sedasız idi. Böyle sessizlik devam ettiği bir sırada Ulu Cami yanından evimiz caddesine doğru bir ayak sesi işittik. Evimizin önünden geçtikten sonra herhangi bir bomba atılmaması için ağabeyim Muhittin DENİZCİ eline tabancayı aldı, yalın ayak arkasından gitti. Takip edildiğini her nasılsa anlayınca adeta koşarcasına kaçtığını, bu kaçanın da yerli Rumlar’dan Limbi’nin oğlu olduğu fark edilmiştir. Bu saate kadar Manisa’da hiçbir hadise çıkmamıştır. Sadece hapishane kapıları mahkumlar tarafından kırılmış, bu suretle hapishane de boşalmıştır. 

       5 Eylül 1338 (1922) Salı:

       Vakit erken, sabah ezanı vakti,  yani şafak sonu. Eski askeri kışladan kesik kesik bir boru sesi geldi. Aradan yarım saat geçti Karaköy’de Çırpı Pazarı’nda bir yangın çıktı. Söndürmek için koşanlara kurşun yağdırıldığını birçok insanın öldürüldüğünü duyduk. İki üç saat sonra da büyük Çarşı’da Kavafhane’de yangın çıktı. Bu yangını söndürmek mümkün değildi. Artık her şey çığırından çıkmış, ateşler memleketi sarmıştı. Ağabeyim bizi bazı yiyecek ve giyeceklerle Topkale’de Kadir Çavuş’un zeytin bahçesine çıkardı. Topkale civarındaki birçok zeytin ve kiraz bahçelerinde öbek öbek halk birikmişti. Bu toplanan halk müdafaa etmek ve yiyeceklerini temin etmek gerekiyordu. Dağdaki topluluğun önderliğini Evlat Hüseyin ( Hüseyin ÜZÜMCÜ), Demirci’li Mazhar Nurullah ( İZMİRLİOĞLU) ve bugün isimlerini hatırlamadığım birkaç kişi tarafından idare ediliyordu.  

       Müdafaa kuvvetinin başında Emir Hüseyin ismindeki güngörmüş silahşör bir zat vardı, Onun da elinde (gıra) denilen bir tip mavzer vardı. Yanında da ancak dört beş kişi derme çatma silahlı vardı. Gerek iaşe temini ve gerekse müdafaa mümkün mertebe idare ediliyordu. Etraftaki manzara ise bambaşka ve görülmedik olduğu için bizlere tuhaf geliyordu. Buna korku da eklenince tarif edilemez bir hal alıyordu. Dağdaki vaziyet bu şekilde devam ededursun şehirdeki yangın aralıksız devam ediyor, alevler yirmi metre ve daha fazla yükseliyor ve patlamalar meydana geldikçe korkunç bir şekilde yükselip alçalıyordu. Esasen ahşap olan binalar bir anda ateşin kucağına düşüyor ve yok oluyordu. 

       İlk sersemlik gitmiş ve az zararla atlatmak, yangını söndürmek çareleri aranıyordu. Ağabeyim ile komşumuz Ömer ve kardeşi Afili Mehmet ile birlikte Ulu Cami’deki evlerimize ateş gelmesin diye mahalleye giderken ninem Atike Molla: “ Ben Muhittin’i yalnız bırakmam.” Diye arkasından yollanınca Ömer ve Mehmet DİNÇEL’in anneleri Fatma kadın da “ Ben de geliyorum.” Deyince grup beş kişiye yükseliyor. Kısa zamanda Tuzcuların Emine Hanım, kocası Mesci Ömer ve birçok mahalleli bir taraftan yangın söndürmeye bir taraftan da müdafaaya devam ediyordu.

       6 Eylül 1338( 1922) Çarşamba: 

       Malta Mahallesinde bulunan kilisede çok miktarda silah bulunduğuna dair haber yayılıyor. Derme çatma silahlı kuvvetler kilisenin dört bir tarafından hücum ederek ele geçiriyorlar. Hayli silah ve mermi elde edildiğinden silahlananlar çoğalıyor. Bu güvenle trenle İzmir’e kaçmakta olanları durduruyorlar, trende asker fazla bulunduğundan derhal inerek bir çatışma meydana geliyor, ateş bir saat kadar devam ediyor, bizimkileri geri çekilmeye mecbur ediyorlar. 

       7 Eylül 1338 (1922) Perşembe:

       Günler birbiri ardına ateş, ölüm, yangın, yaralamalarla devam edip giderken üstümüze doğru tek kanat dedikleri tek satıhlı bir tayyare geldi, ordumuzun çok yakına geldiğini, düşmanın perişan olarak kaçtığını, çok yakında kucaklaşacağız diye kağıt atınca sevinçten uçacaktık. Fakat sanki yanan koca şehir bizim değildi. Ordumuz geliyor diye çok sevindik. Bu sevinç daha ziyade canımızın kurtulacağından olsa gerek, zira şehirde öldürülenlerin yanı sıra yaralanıp da dağa getirilenler de vardı.

       Bulunduğumuz yer şehre hakim olduğundan ateşin nereleri yaktığı açıkça görülüyordu. Hükümet binasının yanışı ve mamureleri kül edişi ve koca şehrin yok oluşu insana dehşet veriyordu.

       8 Eylül 1338 (1922) Cuma:

              Saat 10 -  Kırtık Deresi istikametinde silah çatışması duyuldu. Bir saat kadar devam etti ve durdu. Silah sesleri kesilir kesilmez birliklerimiz yanmış kül olmuş bu şehre üç koldan girmeye başladı, birinci kol Kırtık istikametinden girdi ve üç şehit verdi. İkinci kol Karaağaçlı Köyü Hanaylı Köprüsü yolundan, üçüncü kol ise Akhisar şose yolundan geldi, Gediz Köprüsüne girmeden nehrin içinden geçerek Horozköy’ü düşmandan kurtardı. Bu manzara öyle bir manzara idi ki milli heyecan son haddini bulmuştu. Askerin yüzü tozu toz içinde idi. Süvarilerimize halk ancak su verebildi. Yiyecek namına hiçbir şey kalmamıştı. En sevinçli ve en kederli günümüz bugündü. Asker ve halk sevinç gözyaşı döküyordu. Canımız ve vatanımız kurtulmuştu. Diğer taraftan ise ne ev kalmış ne de mağazalar. Ne varsa hepsi kül olup gitmişti. En sevinçli bir gündü, içimizde beslediğimiz yerli Rumlar ve Ermeniler’in hıyanetleri ve azgınlıkları cezasız kalmamış ve intikam alınmıştı.

       Sevinç ve kederin birleştiği bir gündü bu. Artık düşman kovulmuş, bizim topraklarımız yine bizim olmuştu. Bugün hayal meyal hatırlayabildiğim kadar ile şehrin her tarafı yanmış ve öldürülmüş insan cesetlerine rastlamak mümkündü. O anda ateşin içinde bulunduğumuzdan hiçbir suretle ölüm korkusu hatırıma bile gelmiyordu. Ordu birliklerimiz, düşmanın İzmir’de fazla zarar yapmasını önlemek için acele ediyordu. Manisa’nın ordumuz tarafından kurtarılışından iki saat sonra İzmir’in yanmakta olduğu haberi geldi. Kızıl dumanlar Manisa’dan da görülüyordu.   

       Ne hayallerle geldikleri yapmadık azgınlık bırakmayan bu alçakların kaçabilenleri kaçmış, kaçamayanlar da nankörlüklerinin cezasını hayatları ile ödemişlerdi.  Aradan elli sene geçmesine rağmen bugün bile hala imar edilmeden kalan yerler vardır. Bütün bu yaralar Cumhuriyetimizin elleri ile sarılmıştır. Böyle acı günlerin bir daha bizi bulmamasını dileriz. “

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.